Dağlara sadece doruklarına ulaşmak için gitmiyorum
Bir kuşun, bir çiçeğin, bir köylünün
Aşkını, yaşam sevincini bulmak aramak için
Gidiyorum Ben
O izi sürmek
Onların yüzyıllardır yürüdüğü yoldan yürümek
Aynı yerde aynı yorgunluğu hissetmek
Aynı yerde mola vermek
Aynı aşkı tekrar yaşamak için
Gidiyorum Ben
Eski yaşamın anıları Dağların Türküsü olmuştur
Onları bir kez daha dinlemek
Yaşamak için
Gidiyorum Ben
Uzun zamandır doluydu ruhum. Bedenim ruhuma dar geliyordu. Yaşadığım, şahit olduğum haksızlıklar, acımasızlıklar, namussuzluklar ve bu minvalde değerlendirilecek her şey fazlasıyla doldurmuştu içimi. Hatta kaç kere taşmıştım. Hatta “Tanrım bana sabır ver ama lütfen çabuk ol” diye defalarca dualar etmiştim.
Bayram tatili ilaç gibi gelmişti. Gelme ihtimali az da olsa dağcı arkadaşım Gülen’le beraber gidebilmeyi çok istemiştim. Ama olmadı. Yoğun bir iş temposu içindeydi. Oğlum bu sene yaz okulundaydı, yeğenim Abduş baba otoritesinden çekiniyordu, ben başka kimseyi bu sürece dahil etmek istememiştim ve tek başıma gitmeye karar verip, Pazartesi akşamı Niğde’ye doğru yola çıktım. Salı sabah bacım Şükriye ile terminalde buluşup, ruhuma iyi gelen güzel bir kahvaltının, sohbetin ardına arınma yolculuğumun ilk adımlarını atmaya başlamıştım.
Çamardı dolmuşuna saat 15:00 de binip, demir kazık köyüne vardığımda saat 17:00 civarı idi. Malzemeleri yerleştirip Sokullu Pınar kamp yerine doğru yavaş yavaş yürümeye başlamıştım. Aklımda ve yüreğimde birkaç isim ve sırtımdaki yüküm dışında hiçbir şeyi yanımda götürmek istemiyordum.
İçimi boşaltacaktım ve yerine kekik kokusu, ur kekliği sesi, yolda, dağda rastladığım güzel yürekler, dağ çayı aroması, yıldızlı gökyüzü, buz gibi esen rüzgar, karlardan eriyen pınar suları, yörüklerin çıkrık sesi, keçi sütü, üç dört tane zirve, gece buz tutan göller, yufka, patika, Yedi Göller, Hacer Ormanı, Çelik Buyduran, Emler Zirvesi, Karasay Zirvesi, Eznevit doruğu, Macar ailesi, onların keçileri ve keçilerinin yavrularını dolduracaktım boşalttığım her yere.
Çelik Buyduran ikinci adım ve en zor adımdı. Attığım her adımda hem Aladağlar’a hem kendime daha çok yaklaşıyordum. Yükseliyordum, arınıyordum.
Çelik Buyduran’a gelip kamp kurduğumda o günkü yolculuğumu tamamlamıştım. Oradan Karasay Zirveye geçmek için patikayı takip ettiğimde kar kulvarının yaklaşık 50-60 derecelik bir eğim yürüyüşe çok uygun olmaması sebebiyle geri dönüp, Emler Zirveye (3723MT) çıkıp dağlar tanrısına yüreğimde taşıdıklarımın isimlerini fısıldadım. Dilekler tuttum isimlerini teker teker saydıklarım için. Sonra sevdiklerime, beni sevenlere ve yüreğinde vicdan(tanrı) taşıyan herkeslere aynı dilekleri çoğaltıp Çelik Buydurana indiğimde geceye hazırlık başlamıştı. Dağ ve ben vardım.
Amaç Aladağlar Transı değildi, dağa giderken aslında kendime gidecektim. Uzun zamandır iş ortamında, sosyal dünyada, aile içinde yaşadıklarımın bendeki yarattıklarından kurtulmam gerekiyordu. Uzun uzun söyleyeceklerim, elekten geçireceklerim, ayıklayacaklarım, bir birine dolaşmışlarım, kalbimin kırıkları, ufalanmış aynalarım, birbirine girmiş kelimelerim, yalnız kalmış sevinçlerim, yanlış yere konulmuş noktalama işaretlerim, yanlış yerde ki susuşlarım, yanlış yerdeki bağırışlarım, çıkışlarım, elimi masaya vuruşlarım, yanlış sebeple suçlandıklarım, yanlış sebeple suçladıklarım, kötü bir filmde uzun zamandır başrol oynama isteğim, çeke çeke büyütmeyi istediğim ağaçlarım, çocuklarım ve daha niceleri vardı hayatımda. Uzun uzun düşünecektim. Uzun uzun eleyecektim. Çıkan fırtınada masamdaki her evrak bir birine girmiş çalışma ofisi gibiydi aklım ve yüreğim. Sokullu Pınar’a gelirken başlamıştım. Yerleştirmelere. Büyük taşları, küçük çakılları, kumları bir birinden ayırt edip, cinsini cinsine denk getirip atılacaklardan arındırıp tekrardan yerleştirecektim. Ana eli değmiş bekar evleri gibi ter temiz ve düzenlenmiş olsun istiyordum bedenim ve ruhum.
Gecenin sessizliği aslında ürkütebilir birçoklarını ama ben bir denizsem, Akdeniz isem o da poyrazdı. Poyraz Akdeniz’i inanılmaz sakinleştirir, ruhunu dinginleştirir, çarşaf gibi yapar. Çelik Buyduran’ın sessizliği de bana iyi gelmişti. Güneş dağlarda daha geç batsa da, şehirlerden 3-5 dk sonra hava dağlarda da kararıyordu.
Uzun süre düşündüm, yıldızları seyrettim. Gece serin ve karanlıktı. Yıldızlar gökyüzünde asılı duran ateş böcekleriydi sanki. Hepsi aynı şarkının nakaratı gibi. Uydular, uçaklar derken uyuya kalmışım. Uyandığımda güneş doğmuştu.
Fizyolojik ihtiyaçlardan sonra kampı toplayıp, Yedi göllere indim. Yedi Göller 3000 mt yükseklikteki güzel bir platodur. Çadırımı yıllardır tanıdığım ve tesadüf o gün obasını Yedigöller’e taşıyan Ahmet Macar’ın çadırının yakınına kurdum. Sarıldık, kucaklaştık. Bir yılda olanları bir paragrafta özetleyerek hasret giderdik. Gidiş dönüş üç saatlik mesafedeki Orta dağ’a yürüyüp geldim. Adım adım kendime giderek, arındığım, aklımı ve yüreğimi elediğim yolculuğumda Orta Dağ’ın manzarasını da belleğime kaydetmiştim. Dönüşte Meral bacı keçi sağacaktı ve saat iki de orada olmam gerekecek diye hızla kampa geldim. Geçen seneden kalma Hakan’ımın sesi hala oralarda yankılanıyordu.
Keçi sağmak meğer ne zor işmiş. Keçinin memesini sıkıp onun yavrusu için ürettiği sütü alıyorsun. Sonrası sohbet, mayalanma, peynir olma süreci. Gerçi Meral bacı, sütü sağarken keçilerle iyice sohbet ediyor, şakalaşıyor, kızıyor. Sevdikleri ve uslu davrananlara “canım, cicim, kuzum” derken kızdıklarına “yarın gelirken deynekle geleceğim. Görürsün o zaman. Ben buraya benim için taş koydum siz onu bellediniz üstüne çıkıp duruyorsunuz” gibi sözler söylüyordu.
Süt sağma faslından sonra Direktaş’a tırmanmış ve kampa gelen üç genç dağcı ile tanıştım. İsmail Şimşek, Kadir Fenerci ve Göktuğ Şener. Oradan buradan konuştuk. Neden dağlara yalnız geldiğimi sordular. Bende uzun uzun anlattım neden solo olduğumu. Gözleri ışıl ışıl bakıyorlardı ve anlattığım her kelimeyi müthiş bir dikkat, hayret ve hayranlıkla dinliyorlardı. Direktaş’ın yakınındaki bir tepeye çıkıp telefonu santimetre santimetre gezdirip çeken bir yeri bulmaları zaman almıştı. Hatta Kadir, İsmail’le telefon konuşması konusunda dalga geçerken bende gaza gelip sürece dahil olmuş İsmail’le bende dalga geçiyordum. Bana ne oluyorsa.
Ertesi gün bayramdı. Sabah kahvaltıda Ahmet ağalarla ve Kadir’lerle bayramlaştık. Kahvaltıdan sonra gençler Kızılyar’a zirve tırmanışı için gittiler. Dipsiz Göl’ün yanında çadırı olan ve Ahmet ağanın Kayseri’li dedikleri kişilerle merhabalaşmak ve göle girmek için gittiğimde onların Kayseri’den Nihat Karakaya ve Antalya’dan Ahmet Tezel olduğunu gördüm. Sevindik, bayramlaştık. Şakalaştık. Vedalaşıp birbirimize şans dileyip ayrıldık.
Gölün buz gibi sularında yüzmek insanı soluksuz bırakıyordu. Ben bu soluksuz olma halini şelaleye girerken de yaşayacaktım. Gölden kampa geldim. Çünkü o gün peynir yapımını görüntüleyecektim. Nitekim öyle oldu. Süt peynir olmadan önce süt makinesinden geçirilip, süt ve kaymak birbirinden ayrılmakta. Ardına süt mayalanmakta ve yaklaşık iki saat sonra peynirleşen süt torbalara doldurulup sızdırılmakta.
Bu işlem benim için son derece duygusal bir sürece karşılık geldi. 1979 yılında üniversite sınavını kazanamadığımda işçi olarak çalışmaya başladığım Asya Makine Sanayi’inde üretilmiş süt makinesini Yedigöller’de görmek aradan geçen 36 yılın anısını da buraya dâhil etmişti. Ustam Osman abi, arkadaşlar Mehmet, Ali, Kemal Abi ve diğerleri yüreğime dolup taştılar.
Artık kaymak ve peyniri de hak etmiştim. Akşam yemeğini Ahmet ağalarla beraber yedik. Onlar bir gün önce kestikleri keçinin kellesinden yapılan paça çorbasını içtiler ben ise sebzeli dardanel salatası yedim. Paçayı çok severim ama çok ağır gelebilirdi. Durduk yere sindirim sistemini hasta etmenin gereği yoktu dağın başında.
Akşam yemeğinde derin bir sohbet vardı. Ertesi gün ayrılık vaktiydi. Aklımızda ve yüreğimizde söylenmedik hiçbir kelime kalmamıştı. Herkes iyi geceler deyip çekildiğinde sessizliğin içinde yolculuk başlamıştı tekrar. Dördüncü gecedir hiç kimse ile konuşmuyordum. Uzun zamandır bu kadar derinliğime gitmemiştim. Uzun zamandır bu kadar geceyi uzun hissetmemiştim. Bitmek bilmeyen saatler. Düşünmek ve insanın yüreğini tekrardan mayalaması için gerekliydi. Sanki hayatımın son bir yılını orada süt makinesinden bende geçiriyordum. Gece elekti. Eliyordum. Eledikçe ruhum arınıyordu. Telefon çekmediği için telefonum üç gündür kapalıydı. İnternete giremiyordum. Dünyada olup bitenden haberdar değildim. Aslında iki gün sonradan öğrendim ki her şey benim bıraktığım yerdeymiş. Hükümet hala kurulmamış. Hala siyasiler birbirleriyle flört ediyorlar. Vs vs.
Uyandığımda sabah saat altı idi. Günün ışıkları saçlarımdan akarken ben gecenin mahmurluğunu hala hissediyordum. Şöyle bir gerindim. Her yanımdan çatır çutur sesler çıktı. Olmayan sevgiliyi düşünmüştüm gene. Yanımda olmayan değil, hiç olmayan sevgiliyi.
Kahvaltının ardına yola çıkma vakti gelmişti. Herkesle vedalaşıp kucaklaşıp ayrıldım. Aslında bir gece daha kalsam diyordum. Soğuk Pınarda kalmasam, ertesi gün buradan doğru Barazama köyüne gitsem diyordum. Keşke öyle yapsaymışım.
Saat dokuzda çantamı omuzlayıp yola çıktığımda Direktaş’la, Dipsiz Gölle vedalaşıp Hacer tarafına doğru yürürken geride Ahmet ağayı, Meral bacıyı, oğulları Mahmut’u, Kadir, İsmail ve Göktuğ’u geride bırakmıştım. Aklımda Ahmet ağanın buralarda var ettiği hayat, beş çocuğa can verişi, karısı, yol arkadaşı ve yoldaşı Meral bacının güçlü elleri, keçilerle söyleyişleri, utangaç bakışları, Mahmut’un kelimesini sorgulamadan her söyleneni emir telakki etmesi kalmıştı. Bir de Meral bacı süt sağarken oğlu Mahmut’tan yardım isterken söyledikleri çok güzeldi. “Göğ gözlüyü getir. Ala kulağı getir. Çarpık boynuzluyu getir. Kara keçiyi getir. Bu arada keçilerin hepsi kara ama o içlerinden birini tutup getiriyordu. Neyi kastettiğini bilerek”.
Bunlara ilave olarak Kadir’in eşini ve iki çocuğunu özlemesi, İsmail’in eşiyle özlem dolu sohbeti. Göktuğ’un babasıyla konuşup kız arkadaşı Pelin’le konuşamayışı, Ahmet ağanın işletmeci olarak Kadir’lerden farkı için söylediğim şeyler aklımda kalmış. Kadir’e “her ikinizde işletmecisiniz ama Ahmet ağanın çalışanları yani keçiler, yavruladıklarında yavruları da büyüdüğünde onun için çalışıyorlar. Senin çalışanların çocukları ise senin çalışanın olmuyor” demiştim. Gülmüştük.
Hacer Boğazına doğru inerken her yılın anılarını ayrı ayrı yaşamak güzeldi. Buraya yirmi ikinci gelişimdi. Her birisi ayrı bir yol, her birisi ayrı bir yolculuk.
Yüküm azalsa da çantadaki malzemeler hala 18 kilo civarındaydı. 3000 rakımdan 1600 rakıma inecektim. Yalnızdım ve dikkatli basmam, attığım her adımın hesabını yapmam gerekiyordu. Aynen gerçek hayatta olduğu gibi. Ayağını sağlam basıp sağlam sözler edersen hedefine ulaşmış yumruk oluyordu sözler.
Hacer’e vardım. Elma yaylasından geçerken su içeyim dedim ama su meğer akşamüstü geliyormuş oraya. Fotoğraflar, yolda rastladığım birkaç kişiyle günlük birkaç kelime konuşma dışında bir enteresanlık yoktu. Oğlumu, Hakan’ı yanım da hissettim. Bir sene öncesinde yaşanan yorgunluğun üstüne benim Hakan’a söylediğim sözler onu kırmıştı, onun söyledikleri de beni incitmişti. Onu kırdığıma çok üzülmüştüm. Beni yanlış anlamasına. Ben onu yüreğimde büyüğü olarak, hocası olarak, arkadaşı, dostu olarak affettim.
Soğuk Pınar 1600 rakımlı bir yayla. Barazama köyüne yürüyerek iki saat, arabayla 15 km mesafede bir yer. Suyu, manzarası güzel. Son zamanlarda ormanın yaptığı ev sebebiyle de geleni gideni fazla. Evin oraya vardığımda beş altı araba gelip piknik yapanlar vardı. Merhabalaştık. Oradan buradan konuşurken, Barazama’lı Gavur Ali olduğunu söylediğinde 30 sene öncesinin anılarına döndüğüm traktörcü Ali’yi tekrardan kucakladım. Üç kızı olmuş. Hatta biri evlenip çocuk sahibi de olunca Gavur Ali olmuş Ali Dede. Gülüştük. Kucaklaştık. Ali dede bana dedi ki “Faik Hocam, özlediğin bir şey var mı?”. Bende ona anlattım. Her Barazama köyüne Yedi Göller’den yürüyerek inişimde iki şeyi mutlaka yerim. Birincisi köy bakkallarında satılan poşet içindeki gofreti ve pötibör büskivi arasına konularak yenilen şeker sucuğunu. Bir de buz gibi birayı. Ali dedenin misafiri aileden biri dedi ki “Faik bey, yanımda gofret var, getireyim mi?”. Allahım hayır demek mümkün mü. Alıp geldi. Üç ısırış ve iki çiğneyişte o koca koca gofretleri yutuyordum.
Ortalık çok pis idi. Gavur Ali ve ailesi ile vedalaştıktan sonra temizledim her yerleri. Etrafa atılmış yiyecek artıkları, çöpler. Kirlenmiş tuvaletler. Biz gerçekten doğayı sevmiyoruz. Yaşanan her yeri yeterince kirletiyoruz.
Sessizlik arıyordum. Gürültü bile kirlilikti. Bağıra çağıra konuşan insanların bunu anlamaları mümkün değildi. Akşamın alacasında orada yaşayıp, Ahmet Macar gibi ekmeğini keçilerden kazanan çobanlardan biri olan Ferhat’la konuşurken üç araba geldi bağlık çığlık içinde üç aile yaklaşık 20-25 kişi geldiler. Ve orayı işgal ettiler. Yahyalı Kavacık mahallesinden birileri. Babaları Mehmet bey ile ve çocukları birisinin adı Tuba idi ama diğerlerini hatırlamıyorum epey bi konuştuk. Ortak tanıdığımız ve benim de çocukluk öykümün sahibi olan bir aile vardı. Hayri amca ve Hayrunnisa teyzem’in tanıdıklarıydı. Sonra üç araba daha geldi ve ortalık insan dolu idi. Yaklaşık 40 kişilik gürültü ordusu. Sohbet etmiştik. Beni merak etmişlerdi. Hayata dair konuları konuşmuştuk. Ve onlara iyi geceler dileyip sessiz olmalarını rica edip çadırıma çekildim. Sessizlikten kurduğum beş günlük anılarımın hepsinin burada yıkılışına şahitlik etmek acı idi. Geçen sene de burası kalabalıktı. Artık Soğuk Pınar’da gecelemek doğru değildi. Orası bizlere göre değildi. Şehirden gelen insanlar kirletmişlerdi orayı. Varlıklarıyla, gürültüleriyle.
Gece saat 12 de biraz daha sessiz olmaları için herkesi uyardığımda onlar hala bağlık çığlık içinde yemeklerini yiyorlardı. Aklıma şu geldi. Ben mesela Norveç’ten gelen birileri olsaydım ve onlar da piknik yapan bir Türk ve Müslüman bir aile olsaydı. Kesin düşüneceğim tek şey, Türk ve Müslümanlar çok dağınık, gürültücü, kirli, bağlık çığlık içinde yaşayan, piknik yaparak yaşadıklarıdır. Utandım.
Bir ara sessizleştiler ve bende o ara uykuya daldım. Uyandığımda biri sabah ezanı okuyordu. Aslında varlıklarından değil ama yaptıklarından ciddi anlamda rahatsız olmuştum. Ama insanlık gereği günaydınlaştım. Kahvaltımın ardından vedalaşıp ayrıldım. Barazama köyüne yaklaşık iki saatlik mesafeyi aklımdaki ve yüreğimdekilerle yürüyerek, kızıl çam, ardıç, ve ladinleri içime çeke çeke ayrıldım.
Yolda bir tarlada 150-180 kilo gelecek bir anne domuzun vurulmuş olduğunu gördüm. Bu Müslümanlar çok garip insanlar. Yaradılanı yaradandan ötürü severler ama yaradanın yarattığı canlılardan birinin ölümüne sebep olmuşlardı. Muhtemelen ağızlarından salya akarak vurmuşlardı o güzelim canlıyı.
Köye geldiğimde yolda Fatma karşıladı beni. Minik bir kız çocuğu. Belli ki merak etmişti dağdan gelen adamı. Yanımda bozuk para yoktu olsa birkaç kuruş harçlık verecektim. Ama yoktu, borcum olsun sana Fatma.
Köy meydanına geldiğimde alışık olduğum yüzlerin hepsi ordaydı. Yusuf Macar dostumla kucaklaştık. Sohbet ettik. Geçen seneden bu yana olup biteni anlattık karşılıklı. Etraftakiler de meraklı gözlerle incelediler. Gavur Ali de oradaydı. Büskivi arasında yenilen şeker sucuğunun ardına Kapuzbaşı Şelalesine doğru yola çıktık. Kendimizce sırlamızı birkez daha yad ettikten sonra şelaleye varmıştık. Vedalaştık. Ayrıldık.
Sular düşüyordu dağın bağrında.
Fışkıracak kadar coşkundu suyun gençliği.
Dağ su doğuruyordu.
Dağın yüreğinden gelen sular dağın cesaretiyle koşuyordu, uçuyordu yere doğru.
Su yerde birkaç kez daha zıplayıp Zamantı’ya oradan Adana’ya doğru yolculuğa çıkıyordu.
Geldiği yere Akdeniz’e ulaşmak için.
Biz insanlar suyun uçurumuna şelale deriz.
Su ölmez kendi uçurumundan düşünce. Güçlenir ırmak olur.
Kapuzbaşı Şelaleleri de Anadolu’nun en coşkun en yüksek şelalelerinden biridir, yedi koldan akar Zamantı’ya.
Arınma yolculuğum, Budistlerin Ganj da yıkanmasıyla son bulması gibi Şelalerlede yıkanarak sona erdi. Üstüm başım, bedenim ve ruhumla suya girdim. Derin derin nefes alıp tekrar girdim. Su hem bedenimi hem ruhumu ferahlatmıştı. Suyla Akdeniz’e karışacaktı her yanım. Öğlen yemeğine kadar sularda coştum. Yemekte bedenimi yeni enerjilerle doldururken aklım ve yüreğimde her şey berraklaşmıştı. Aladağlar transı yolculuğum yeğenlerimin beni gelip Şelaleden almasıyla bitecekti.
Düşünüyorum da getirdiklerimden daha çok şey götürüyordum. 1500’e yakın fotoğraf karesi, iki saate yakın video kaydı. Kadir’in eşini merak edişini, çocuklarına olan özlemini, İsmail’in Barbaros sakallarını, Göktuğ’ın babasının kendisini ödemeli arayan birisine geri dönmeyişini, “baba anla bi ya” diyişini, Ahmet Macar’ın dağlara olan bağlılığını, Meral Bacının tuttuğunu altına çeviren inancını, Mahmut’un babaya, ataya olan saygısını, Ferhat’ın çelik gibi gülüşünü geri götürüyordum.
Oğlum, gelmeyi çok istediği halde gelemeyen Gülen, sizler zaten benle gelmiştiniz, benle döndünüz.
Yüreğimde dağların yeli, çantamda dağ çayının kokusu öyküme dahil olmuştu. Beş gecelik etkinliğim burada son bulmuştu. Beş günlük susuşum. Beş günlük solo halim. Belki de bir şiirin girizgahı olacaktı. Dağlar yol vermişlerdi bana. Ben de onları yüreğime almıştım. Aladağların öyküsünde, yörüklerin binlerce yıldır yürüdükleri patikada, dağdan koşturan Kapuzbaşı Şelale’sinin sularında arınmıştım. Ruhum suyun rengiydi artık.
Yedi Göller’in suyu Kapuzbaşı’nda doğum anası olan denize koşarken Zamantı ve Seyhan’ nehirlerine karışıp, benim de anama gitme yolculuğum buradan başlamıştı. Anama gidecek ve ruhumun geri kalanına bakım yaptıracaktım.
Canım anam.
Benim anam.
vioft2nnt8|001001E398BF|DergiAntalyaBidunya|KoseYazisi|koseYazisiAciklama|59A0067C-78CD-4534-A0D8-E7B622445794